25 Yıl 25 Dakika Mediacat

Reklamcılık kariyerinde 35 yılı geride bırakan Oğuzhan Akay’ın birçok şapkası var. Televizyoncu, radyocu, dublaj sanatçısı, şair, yazar… Peki, sanatla bu denli içli dışlı olup reklamcılık yapmak bir iç çatışmayı beraberinde getiriyor mu? Oğuzhan’ın cevabı net: “Âşık değilseniz bu işi yapamazsınız.”

Şair, edebiyatçı, hikâye anlatıcısı ve reklamcı Oğuzhan Akay… Bunların hangisi seni daha çok mutlu ediyor?

Galiba hepsi birden. Böyle bir şiirim vardı, Maskeler ve Ruh adında. Bir maskem var şair, bir maskem var öykü yazıyor, bir tanesi televizyoncu diğeri radyocu… Yazarlığım da var. Zaten babadan hatta dededen gelme bende yazarlık. Babam da yazar ve şairdir, 12 kitabı var. Büyükbabamın da kitapları var. Borges en büyük şansının kitaplarla dolu bir evde dünyaya gelmiş olduğunu söylüyor. Ben de öyle bir dünyaya gözümü açtığım için çocukluğumdan itibaren çok fazla okudum. Çocukluğumdan itibaren kitaplar benim için bir zaman makinesi gibiydi. Onlarla yolculuk ettim farklı dünyalara.

Sen edebiyatçı reklamcıların en önemli temsilcilerinden birisin.

Estağfurullah.

Bugünkü reklam dünyasında bu çok görülen bir şey değil. Bay Acıman’dan bu yana, edebiyatla reklamın arasındaki mesafe nasıl değişti? Ne durumdayız bugün?

Bir dönem Türkiye’de eli kalem tutan, düşünen insanlar gazetecilerden ve köşe yazarlarından çıkıyordu. Daha sonra ihtilaller sonucu -benim de dahil olduğum kuşak- TRT’den çıkmaya başladı. Mesela Ersin Usta benden bir önceki ihtilalle reklamcı olmuştu, ben de 80’den sonra oldum. Benim edebiyatçılığımın reklamcılığıma bir yansıması var mı? Belki olmuştur ama edebiyatçı olduğum için reklamcı olmadım.

Reklam dışında bir hobiniz varsa reklamcılığınız daha uzun sürer.

Eğer hâlâ edebiyatçı reklamcı diye bir şey kalmış olsaydı, bu kişilerin reklamcılıklarının daha uzun sürebileceğini söylerdim. Neden mi? Çünkü eğer reklam dışında bir hobiniz varsa -bu edebiyat, müzik, resim, heykel olur vs.- reklamcılığınız daha uzun sürer. İletişim işi şöyledir: Dairenin kapısını açarsın. Bir odası televizyon, bir odası reklam, bir odası radyo, öbür odası dijital odadır. Bahsettiğim alanlardan biriyle uğraşmaya başladığınızda bu odaların kapılarını tek tek açmaya başlarsınız.

Benim olduğum kuşakta çok fazla şair – yazar vardı. MediaCat’le beraber bir kitap da çıkardık hatta: Sözcüklerle Dans Edenler. Gürkal (Aylan) Abi’nin derlediği bir çalışmaydı. Kendisini rahmetle analım yeri gelmişken. Bu kitapta reklamcı şairlerin ve şair reklamcıların sektöre giriş öyküleriyle birlikte yarattıkları edebi eserlerden örnekler vardı. Bu, sektördeki insanların üretkenliğini gösteren bir kitap aynı zamanda.

O üretkenliğe tanık oldum. Standartların ne kadar yüksek olduğunu da hatırlıyorum. Bunun dışında edebiyatçıların kendi içlerinde yaşadıkları çatışmayı da biliyorum. Sen de yaşıyor musun bunu? Nasıl olur da ben kapitalizmin çarklarına hizmet ederim deyip vicdan azabı duyduğun oluyor mu?

Yok. Kapitalizm dışında bir dünya varsa henüz o dünyaya gidilmedi. Zaten bu sektörde o kafayla kalınamaz. Reklamcı olmakla hizmet etmiyor, belki de şikayet ettiğiniz dünyayı değiştirecek araç – gereçleri elinize almış oluyorsunuz. Tüketici davranışlarını değiştiriyorsunuz. Yerde yemek yemeye alışmış insanları masada yemek yemeye; dişlerini fırçalamayanları fırçalamaya; kız çocuklarına kötü davrananları bunu yapmamaya; kadın gücünü fark etmeye teşvik ediyor ya da kirliliğin kötü bir şey olmadığını anlatıyorsunuz. Bu açıdan bakınca sosyal bir yönü de var reklamcılığın.

Kapitalizmin içinde olabilirsiniz ama acı çekmeye gerek yok. Sanatçı kimliğiyle acı çekmekten bahsediyorsak da bende hiç öyle olmadı. Çünkü ben “humor”la uğraştım. Lirik ve ironik olanı birleştiren şiir ve öyküler yazdım.

Reklam benim için bir aşk, tutku mesleği. Buna âşık değilseniz yapamazsınız.

Reklam da benim için bir aşk, tutku mesleği. Eğer buna âşık değilseniz yapamazsınız. Zaten bu sektörde çok yetenekli, başarılı bir sürü insan salt bu nedenlerle –en azından bir kısmı– gittiler, küstüler, küstürüldüler. Hassas oldukları için. Reklamcılık biraz da dayanıklılık gerektirir. Eğer tutkunuz, heyecanınız varsa her yeni güne kendinizi yenileyerek, “yeni bir şey yapacağım” aşkıyla başlıyorsanız ve hep yeni projeleriniz varsa (sadece yeni bir markanız olması gerekmiyor, kendinizle de ilgili yeni projeleriniz varsa) siz zaten reklamcılık yapmıyorsanız da yaratıcısınız denebilir.

Kristal’deki meşhur fotoğrafından bahsedelim biraz. Niye elmayı başının üzerine koydun? Anlamı neydi?

89 olmalı. Haluk Mesci’nin başkan olduğu bir yıldı. Elma biliyorsun hedefi vurmakla ilgili bir şey. Bu bana hep Giyom Tell’i hatırlatmıştır. Reklamcıysanız orada oku atan siz değil, okun sorumluluğunu alan kişisiniz. Vurulup gidebilirsiniz. Hem bu mesaj vardı hem de şu andaki gibi ödül bolluğu yokken alınan bir Kristal Elma olduğu için “Başımın üstünde yeri var” demek için yapmıştım.

Tabii artık olay elma bahçelerine döndüğü için… Bir gecede 36 tane alınca onun bir değeri kalmıyor. Zaten gazetelerde öbür gün yazmıyor, insanlar bunu konuşmuyorsa öldünüz demektir. Hayat öyledir. İnsanlar konuşulmadıklarında, bir tanıdıkları kalmadığında ölürler aslında. İşin artık konuşulmamasını, bu yıl ödül gecesinde olanları düşününce… Ne bileyim, artık bu fotoğraftaki nostaljiyle kalsın istiyorum. Daha fazlasını söylemeyeyim. Herkesin hoşuna gitmeyebilir.

Yazi Come to Movida | Tam hizmet reklam ajansı

Bir söyleşinde hep özgünlüğün peşinde olduğunu söylemişsin. Belki eskiden özgünlüğü yakalamak kolaydı ama bugün artık istemeden de olsa dünyadaki bütün mesajları görüyoruz ve işler birbirine benzeyebiliyor. Sence özgünlüğü kovalamak gerekiyor mu hâlâ, sonu gelmedi mi bunun?

Söylediğin yüzde 100 doğru. Fakat ben özgün olmakla, insanın kendisi olmasını kast ediyorum. Ben şiirde de bir başka gişenin önüne girmeyi değil kendi gişemi açmayı tercih ettim hep. Benim için özgün olmak bu demek. Edebiyatta, imzayı kapattığın zaman bile o eserin kime ait olduğu anlaşılıyorsa özgünsün demektir. He bu reklamda yapılabilir mi? Zor ama olduğu dönemler oldu. “à la Ajans Ada” denirdi bir dönem mesela.

Bireysel üretimin arttığı, herkesin bir mecra haline geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Burada her gün milyonlarca üretim var. Bir işin dikkat çekebilmesi, o kalabalıktan sıyrılması çok zor. Ama siz sahiciyseniz özgün olabilirsiniz. Ki bugün hâlâ en önemli olan şey bu, çünkü en çok buna değer veriyor tüketici. Bu, reklam için de geçerli. Rol yaparsanız tüketici bunu çok çabuk anlar.

Yaptığın tüm reklamların arasında bir favorin var mı?

Yok. 82’de reklamcılığa başladım. Movida’da 94’ten beri varım. Movida’da geçirdiğim süre üzerinden konuşursak neredeyse yaşıtız MediaCat’le. İlk günden bu yana olduğu gibi hâlâ üretiyorum. Elbette birileri yazıp – çiziyor, onları yönlendiriyorum ama bizzat yazmaya, tabiri caizse tulumu giyip arabanın altına yatmaya da devam ediyorum. Çünkü bu beni var eden, Oğuzhan’ı Oğuzhan yapan bir şey.

Çok fazla reklamımız var ama akıllarda kalan… Ajans Ada zamanından da var, Movida’dan da. Fortis reklamları mesela önemliydi. Yapı Kredi Sigorta’ya yaptığımız “Nereye? Daha karpuz keseceğdik” işleri var. Niye daha çok sevdiğim işlerdi söyleyeyim. Daha özgürdük, daha uzun süreler kullanabiliyorduk. Şimdi ajansların online’da yaptığı işler gibi. Televizyonda şimdi daha formel ve güvenli gitmek zorunda herkes.

Neden böyle bir noktaya gelindi peki? Kanallar çoğaldığı için mi, insanların sabrı mı azaldı ya da devreye giren ara yöneticiler risk almadığı için mi?

Bu saydıklarının hepsi etkili. Benim kuşağımdaki reklamcılar bilir, biz doğrudan patronlarla çalışmaya alışıktık. Bu da hızlı karar mekanizmaları anlamına geliyordu. Bir sürü ara kademe girince devreye bazen patronun haberi olmadan başlayan işler yapılır oldu. Patron gelip her şeyi değiştirebiliyor tabii böyle olunca. Bire bir çalıştığınızda daha yüksek motivasyon sağlayabiliyordunuz, bir de brief’i ilk elden alıp daha net anlaşabiliyordunuz.

Şimdi her şey çok daha karmaşık. Vlogger’lar, blogger’lar, Instagram ve saire derken her gün milyarlarca içerik üretiliyor. Herkes yaratıcı ve üretici şu an. Reklamcı ne ki? Reklamcı dememeliyiz artık, iletişimci demeliyiz belki de kendimize.

Movida deyince Oğuzhan Akay ve Penti geliyor hemen akla. İstikrarlı bir birliktelik bu. Nedir sırrınız?

Penti ben Movida’ya geldiğimde vardı. Ajansın kurucularından Dürin’le (Ababay) Penti’nin yönetim kurulu başkanı Sami (Kariyo) arasında da bir bağ var, bir aileler malum. Ancak bu hiç kimsenin “Ya zaten onlar akraba” diyebileceği bir birliktelik değil. Bizim 2 – 3 kere yollarımız ayrıldı Penti’yle ve en sonunda tekrar konkurla kazandık. İlk konkura hiç girmedik, başka ajansa gidip geri döndü. Bir kez yurtdışı ajansa gitti döndü. Her birinde strateji sunarak, markanın bütün gelişimini bilerek ve bu gelişimi ayarlayarak devam ettik. 9 – 10 yıldır düzenli olarak çalışıyoruz. Son derece profesyonelce yürüyen bir süreç bu. Markaya uzun vadede çok şey kattığımızı düşünüyorum. Effie’ye hiç girmedik ama girsek mutlaka sürdürülebilir başarısıyla ödüle layık görülecek bir işbirliğimiz olduğunu düşünüyorum.

Like A Girl kampanyasını biliyorsunuz. Biz bunu, kadının gücünü, dokuz yıl önce başlattık Penti’de.

“Penti artık sadece Penti değil” söyleminden hareketle, “Penti aynı zamanda iç giyimdir, plaj giyimidir, çoraptır, aktif giyimdir” diyoruz. Aktif giyimde henüz başlarda ama diğer alanlarda pazar lideri konumda marka. Bundan dokuz yıl önce Nişantaşı’nda tek bir mağazadaydı Penti. Şu anda yurtiçinde 350, yurtdışında 100 mağazası var. Büyüyüp gelişmesini sürdürüyor, biz de onun genç bir kadın olduğunu görüyoruz. Kadın diyorum, çünkü o bir kadın markası.

Like A Girl kampanyasını biliyorsunuz. Biz bunu, kadının gücünü, dokuz yıl önce başlattık Penti’de. Şimdi görüyorum ne kadar doğru bir şey yaptığımızı. Hatta Penti’de kadını erkekle eşit değil, bir çıt daha yukarda göstermeye çalıştık hep. Ben kadınların bu toplumda ve bütün dünya toplumlarında tüketici olarak çok büyük rol oynadıklarını düşünüyorum.

Yazi Come to Movida | Tam hizmet reklam ajansı

Son 25 yıla baktığında “Keşke hâlâ devam ettirebilseydik” ve “iyi ki bitti” dediğin şeyler neler oldu?

Hiç huzur bulmadık siyasal ve ekonomik olarak. Enflasyon uzun süre yoktu ama şimdi kıpırdanmaya başladı gibi. Umarım dünyayla ve içerde birbirimizle daha barışık bir ülke oluruz. Başkalarının yaptığı yalan – yanlış şeyleri paylaşan değil de düşünen, üreten, anlayan, empati ve vicdan sahibi insanlar oluruz.

Teknoloji her zaman değişiyor, değişecektir. Şimdi de hayatımızda dijital gerçeklik var. Fakat bu dünyanın içinde biz teknolojiyi bir ilahmışçasına o kadar yücelttik ki… Bunu teknolojiye karşı olduğum için söylemiyorum, aksine bana bir yaratıcı olarak bugünler geride bile geliyor.

Teknolojinin tek yararı var benim için. Hız. Bu hızı da düşünmek için kendimize daha fazla zaman ayırmak için kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben bu sektöre reklam yazarı olarak bir konkur kazanarak girdim. O zaman saptamam şuydu: Benim bu sektörde kalmam için yaratıcılık yetmez, hızlı olmam lazım. Bunu 1982’de söyledim. 35 yıl sonra bu söz 35 yıl önce olduğundan daha da gerçekse -hatta tek realiteyse- o zaman doğru bir konumlama yapmışım kendime diye düşünüyorum.

Teknolojinin hızına yetişemezsiniz, ömrünüz yetmez. Bunun verdiği hızdan faydalanın sadece. Daha fazla düşünün, birbirinize daha fazla zaman ayırın. Bir reklam sözünde olduğu gibi: Yavaş yavaş acele edin.

 

Medicat linki için tıklayın  ; http://www.mediacatonline.com/oguzhan-akay-pelin-ozkan-soylesisi/

;